Bazı hikayeler yarım kalıyor. Gidiyor biri, bazen senin hayatından gidiyor, bazen hayattan uçup gidiyor. Oysa tam da sen koltuğuna iyice gömülmüşken, her şeyin yerli yerinde olduğuna ölesiye emin olmuşken oluyor bunlar.
‘Koşturmak’ ve ‘hayatın özünü hatırlamak’ arasında mekik dokuyan bir düzendeyiz. Öyle ya, filmlerdeki, kitaplardaki kahramanın yolculuğu bile hep bu. Önce helak eder kendini, işe güce, paraya statüye tapar, gaza sonuna kadar basar. Sonra bir şey olur, o bir şey ona vitesi geri taktırır. Hızla geri basmaya başlar, kendi ormanına, masum ve ‘aslında’ kendisi olan yanına. Orada da aşkı bulur genelde. Veyahut gerçek başarı tanımının aslında oranın içinde olduğunu fark eder.
Filmlerde bu olduğunda seviniriz, bir ferahlama gelir içimize. Çünkü deriz ki ‘Tamam, benim kaosum da sonsuza kadar sürmeyecek. Bir noktada benim de çayım demlenecek, özüm ister istemez baş gösterecek, ve ben de döneceğim kendi kırlarıma.’
Kahramanları, özlerine döndüklerinde kurtuldular sanırız. Oysa bu bir varış değil, sadece başlangıçtır. Dış dünya, koşturmacanın dünyası ne kadar rahatsızsa, özümüze döndüğümüz dünya da başka şekilde rahatsızdır. Farkındalık tıpasını bir kez çekince, daha fazla, daha derin, daha uyanık olmamız için devam eder olaylar.
İşte böyle bir günde, hayatımın taşlarını yerine güzelce oturttuğumu, yeterince özgünlük de kattığımı düşündüğüm bir zamanda aldım, çok sevdiğim birinin buralardan gittiği haberini. Bu haber çok dokundu bana. Çünkü hissetmiş gibi aylardır her gün onu düşünür olmuştum. Her gün aramak istemiş de elim varıp arayamamıştım. Anlaşılan çok ‘özgün’ olduğumu, kendi kırlarımda gezdiğimi sandığım hayatımda yine dış dünyanın normları beni yenmiş ‘kibarlık’tır, ‘normal olan’dır derken beni kolumdan tutmuştu. Oysa bazen bir telefon, insanın hayatını değiştirebilir.
Her pişmanlık bu kadar hayati değil belki, ama büyük küçük her pişmanlık, ne kadar ‘kendimizde’, ne kadar ‘dış dünyanın prangasında’ olduğumuza dair bir mesaj. Hayat sürekli deviniyor ve her bir değişimde hemen aklımız, gerçekleşmiş olması bir zamanlar olası olan diğer alternatife gidiyor:
Keşke,
‘O zaman şu kişiyle temasa geçseydim…’
‘O zaman cesur olup sesimi çıkarsaydım…’
‘Gülseydim, o zaman herkes güler ve ortam yumuşardı…’
‘Gerçek duygularımı pat diye söyleseydim, çünkü o anı değiştirecek tek şey bir patlamaydı…’
Geriye dönüp pişman olmak ve o anki kendimize, o anki ruh halimizi unutup potansiyel kahraman görevleri yüklemek mümkün. Büyük ihtimal o anki halimize dönsek yine yapamayacağız bunların hiçbirini ama olsun. Ne öğreniyoruz bu pişmanlıklardan?
Yakın zamanda Daniel H. Pink, Pişmanlıkların Gücü adlı bir kitap yayınladı. Yukarıdaki anımı doğrular şekilde, en büyük pişmanlıkların ‘Bağlantılar’ kategorisinde olduğu ortaya çıkmış. Yani en büyük pişmanlıklarımız ‘O işi alsaydım’, ‘O uçağa binseydim’ değil de ‘Onu arasaydım, onu sevdiğimi söyleseydim, onu buluşmaya davet etseydim’ şeklindeymiş. Buradan hareketle diyor ki,
En çok pişmanlık duyduğumuz konular, bize en çok önemsediğimiz değerlerimizi hatırlatır.
Daniel H. Pink
Bu bakış açısını pusula yapmak, pişmanlıkları katalizör olarak kullanmak için harika bir bakış açısı bence. Mesela ben böyleydim, daha da böyle oldum. Ortamından, kim olduğundan bağımsız, birini çok seviyorsam ona yerli yersiz ‘Seni çok seviyorum’ der oldum. Öyle seviyorum ki. Cool değil, bazen uygun değil, çoğu zaman şaşırtıcı, kafa karıştırıcı. Çünkü alışık değiliz birinin durup dururken, sevgilimiz falan da değilken bize ‘Seni çok seviyorum!’ demesine. Ama, ‘Oysa daha ne çok şarkımız vardı söyleyecek…’ demekten iyi değil mi? İlla pişmanlığa panzehir bir delilik seçeceksem, bu sevdiklerimi sınırların ötesinde sevmek olurdu. Sizinki nedir?