İnternetin hayatımıza getirdiği en şahane şey, egosu göbeğini şişirmiş, kompleksleri ceketini dokumuş insanların hayatımızın akışına artık karar veremiyor olması.
Onca konservatuar sınavında reddedilmiş, bugün tanıdığımız oyuncunun, onca iş görüşmesinden geri çevrilmiş, sonra kendi girişimiyle milyonlar kazanmış başarılı insanların hikayesi bu.
Otoritenin bir başkasının başarısına, yeteneğinin iş yapıp yapmayacağına, istediği yolda yürümeyi hak edip etmediğine karar vermesi zehirli bir durum. Çünkü otorite genellikle kendi alanında zaten başarılı, ünlenmiş, dolayısıyla bir noktada kendine duyduğu aşırı güvenin ne kadarı gerçek, ne kadarı fazladan ayırt edemeyebilen kişi.
Çünkü otorite bazen de, geldiği yerden bir türlü tatmin olamamış, karşısına gelen daha yeteneklileri, daha özgüvenlileri görünce çıldıran, tüm hayallerini gerçekleştirmiş görünse de tüm hayalleri pekala içinde kalmış biri.
Bir otoritenin bir gence, yolun başındaki tazecik bir yeteneğe söylediği bir söz, onun hayatını sonsuza dek cehenneme çevirebilecek nitelikte. Çünkü ‘yapabilen’ ile ‘bilen’i eş tutma yanılgısına düşüyoruz. Bir insan bir işi pek ala çok iyi yapabilir; fakat aynı insan o işi iyi yapacak yetenekleri keşfetmekte çok becerikli bir yetenek avcısı olmayabilir – olmak zorunda da değildir.
Oysa biz, ‘o bana olmaz dediyse kesin benden olmaz’ demeye çok hazırız. Hele ki konu sanatsa, yaratıcılıksa, daha önce yapılmamış bir şeyse, uçuk bir fikirse, otoritenin bir geri çevirişiyle yıkılmak için hazırolda bekliyoruz.
Ruhlarımız kırılgan, ve otoriteye duyduğumuz saygı ve inanç gereğinden çok fazla. Bu tam da psikolojideki ‘Hale Etkisi’nden kaynaklanıyor; basitçe, bir insan bir konuda iyiyse (mesela ünlü bir şarkıcı), diğer konularda da iyidir (yetenekli şarkıcılardaki yeteneği keşfetme) diye düşünme yanılgısı.
Stefano D’Anna’nın Tanrılar Okulu’nda bir hikaye vardır, kitabın kahramanı ‘Dreamer’, ana kahramandan, kapalı gişe oynayan bir oyun için bilet bulmasını ister. Ana kahraman çaresizce gişeyi arar, sorar ve oradaki adam ‘Hiç bilet kalmadı’ der. Yapabileceği bir şey yoktur, Dreamer’a döner ve ‘Bilet bulamadım’ der. Dreamer ise kükrer: ‘Kurban rolünden vazgeç! O biletleri SEN bulamadın! Senin hayattaki sorunun bu: O ADAMA İNANMAK!’
Otoriteyle ilgili durum da genellikle aynıdır. Görünen yüzünden ötürü otoriteye körü körüne inanmaya çok eğilimliyizdir. Onun söylediğinin son söz olmasına razı gelmeye, başka yol aramamaya.
Bugün hikayesini dinlediğimiz, o otoriteler tarafından başlangıçta reddedilmiş nice başarılı insan, madalyonun sadece bir yüzü. Diğer yüzde kim bilir kaç kişi bir otoritenin sözüyle hayallerinden vazgeçti, direksiyonu kalabalığın yönüne kırdı, kendini de ezip geçti.
İşte tam da otoritenin bu zehirli yüzünden ötürü, bugünkü internet ortamının sağladığı ‘Demokrotorite’ umut verici. Artık YouTube’da, Instagram’da, bloglarda, SoundCloud’da, yetenekler ve son tüketiciler başbaşalar. Araya giren yok. Ürünü (yazıyı, girişimi, şarkıyı) değerlendirenler son tüketiciler, ve böylece otoritenin yoğunluktan ya da otorite körlüğünden gözden kaçırabileceği bir sürü yetenek son tüketiciler tarafından doğal yolla onore ediliyor, hak ettiği yere getiriliyor. Yeteneğin, ünün ve ‘birisi’ olmanın demokratikleştiği bir dönemdeyiz. Egonun kırbacını yemeden doğru kitlenin sevgisinin doğrudan kazanılabildiği bir dönemde.
Bu da sadece internet içerik yaratıcılarının değil, şirket çalışanlarının, şirket yöneticilerinin, ve hayatın her alanındaki ast-üst ilişkisinin yeniden düşünülüp düzenlenmesini gerektiriyor.
Tabii ki bu dönemin de çok konuşulan bir muhtemel dikenli yönü var; bilip bilmez herkesin kendini bir otorite gibi konumlandırıp ders verme, ciddi konularda içi boş bilgiler aktarma durumu. Bu konuda bir seyirci/dinleyici olarak kesinlikle uyanık ve araştırmacı olmak gerekiyor. Muhtemelen ‘Demokrotorite’ doğal seleksiyonla kendi kaliteli otoritelerini yükseltip, balon ve yavan içerikleri doğal olarak dışarıda bırakacak bir yol bulacak. Ama şimdilik meydan belki haddinden fazla açık. Yine de, otoriteye körü körüne inanmaktansa, içinden ayıklama yapmak gereken bir dizi gerçek içeriği tercih etme özgürlüğü paha biçilemez. Yeni dönemin izin istemeyen ve merhametli bir onay beklemeyenlerinin nice başarıları olsun dilerim.
Ve bitirirken tabii, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekiyor. Bir de sen kendine inanmazken sendeki ışığı gören, sen ‘benden olmaz’ derken ‘senden çok iyi olur’ diyen gerçek otoriteler var. Fakat otorite kelimesi nedense bana hep sıkışmış, virütik bir ruhu çağrıştırdığından ben onlara ‘lider’ demeyi tercih ediyorum. Bulunduğu mevkiyi samimiyet ve güvenle dolduran, üzerinde taşıdığı ünü, başarıyı, kıdemi başkalarının ışığını yansıtacağı bir aynaya dönüştürenler onlar. İşte bir yolda illa bir otoritenin onayından -hala- geçilecekse, öyle olanlarla karşılaşmayı dilemek gerek. Zira otorite konmundan ötürü tü kaka değil, konumunu kötüye kullanmasından, ‘dünyaya, bir insana, ülkeye bir de ben ne katabilirim?’ diye düşünmekten aciz olduğu için öyle. Ve dolayısıyla büyük resimde, bu başarının demokratikleşmesi ortamı liderleri ‘mutlu eder, umut verir’ken otoriteleri ‘korkutuyor’. Bir zamk bulup koltuklarına nasıl yapışabilirler derdine düşürüyor.
Her konuda olduğu gibi mühim olan FARKINA VARMAK, ve tabii çaresizce birinin onayını beklemeden önce kendine inanmak. Serdar Kuzuloğlu’nun çok sevdiğim bir yazısında söylediği gibi;
Bize verilen en büyük hediye olan yaşamayı ciddiye almak zorundayız. Hem de her engele ve koşula rağmen; her yerde ve her anda. Ama bize buyrulan, uygun görülen, anlatılan şekilde değil; imkanlarımızın elverdiğince kendi tarzımızda.