Aslıdna son derece sanatsal olan bir ruha bir doz (10 sene) iş hayatı entegre edince neler olabildiğini görmek çok eğlenceli.
GDO gibiyim. Bir şekilde mantığım duygularımı yendi ve geçip en ön sıraya oturdu. Öncelikle strateji kontorlü yapılmadan; mantık bir şeyin hakikaten değerli, faydalı, önemli olduğuna karar vermeden, duygular aşamasına geçilemiyor artık. Bu nedenle, sadece duygulara hitap eden ve NEDEN? kısmını dolduramayan sanatsal etkinlikler bizim güvenlik sınırında takılıyor, içeriye geçemiyor.
Bu ay uzun zaman sonra ilk kez roman okudum. Dün bitti. Aslında çok sürükleyici bir romandı ve ben gerçekten büyük bir merakla okudum. Sayfalar aktıkça merak unsurları artıyor, soru işareti bırakan detaylara sürekli bir yenisi ekleniyordu. Biraz ucuz bir polisiye filmi ya da Brezilya dizisinden kareler izler gibiydi kabul; çıkış noktası bulunamayan her anda karakterler ‘bilmesen daha iyi olur’, ‘şimdi sırası değil’, ‘zamanı gelince öğrenirsin’, ‘bence bu soruyu sorma’ gibi cümleler kullanıyordu. Sürekli, durmadan. Bu cümleler bir sonraki sayfaya koşar adım ilerlemek için güzel kaldıraçlar olsa da, kitabın ortalarını geçince ve cümleler de sürekli tekrar edince, kendi kendime şöyle dedim: ‘İnşallah aklımda tuttuğum bunca detaya ve tüm karakterlerin bunca büyüttüğü, sakladığı olaya değer derecede zekice bir çözümlenme olur. Olmadı.
Kitabın sonuna yaklaştıkça herşey artık sadece merak unsurundan oluşan ve okuycuyu biraz aciz ve aptal hissettiren bir hale dönüştü. Kısır döngünün içinden çıkılamıyordu. ‘Peki ya o fotoğraf? Peki ya o ev? Peki ya o bakış? Peki ya o öpüş? Peki ya kocam? Peki ya o yaşlı adam? Peki ya o komşu? Peki…’ Ana kahramanın o kadar aşırı soru sorduğu, o kadar bitmez tükenmez bir labirente geldik ki, bir noktada onunla empati kurup ‘Evet hadi ana karakter, birlikte bunların gizemlerini çözmeliyiz!’ demek yerine ‘Aman be kızım bas kit, bunlarla uğraşılmaz, ne anlamsız bir karmaşa’ demeye başladım ana karaktere içimden.
Kitaplar sadece bize insanı okumanın farklı yollarını anlatıyor. Bu yetinin büyük kısmı ise zaten içimizde doğuştan geliyor.
Satır aralarında duygusallık ve aşk vardı, empati yapmamız beklenen ana karakterin ‘yanlış adamı sevmişlik, terkedilmişlik, kendini bulma endişesi’, bu konulara giriş dersi içeriği olacak şekilde sığ biçimde anlatılıyordu. Ve de sanki ilk kez bunları sorgulayan bir insan doğmuş gibi, okuyucuyu şaşırtması beklenerek. İnsanların bilinç seviyesini anlamak için birine ‘Kitap okuyor musun?’ diye sorulmasını hep ucuz bulmuşumdur. Önemli olan insanı okuyabilmektir. Hayatın kodlarını okuyabilmeyi öğrenmek. Yoksa beyninde kelime koleksiyonu yapıp kitap üstüne kitap yutmanın ayrı bir meziyeti yok. Kitaplar sadece bize insanı okumanın farklı yollarını anlatıyor. Bu yetinin büyük kısmı ise zaten içimizde doğuştan geliyor.
Dolayısıyla pişmanlık, yalnızlık, kendi kadınlığını unutmuşluk, kendi yeniden güzel hissedişlik gibi evrensel gerçekleri ilk kez duyulurmuş gibi anlatınca hiç de ilgi çekici gelmiyor insana maalesef. Sırf kendi içinde, hiç değilse ergenliğinde, o bütün duyguları hızlandırılmış kursla hatmettiğin dönemlerde hepsini birer kez tatmış oluyorsun. Bu yüzden de bir romanı okuyup ‘vay be, ne derinimde duran ve başka kimsede yok saydığım bir şeyi alıp çarşaf gibi sayfaya sermiş’ demediğin noktada, psikolojik analizler yavan ve ‘ee, zaten böyle’ noktasında tıkanıveriyor.
Duygusal empatiden olmadı, maceradan hiç olmadı, hele ki ‘bu kadar detaydan ancak doğaüstü bir bahane uydurarak kurtulabilir, umarım bunu yapmaz’ diyerek geldiğim final bölümündeki ucuz çözülüm beni iyice sinir etti. Neden verdim o romana ben ilgimi, beni kandırıp oynatıp bana ne öğretti, ne fark ettirdi? Koca bir hiç.
İşte sanıyorum bunu çok uzun zamandır fark ettiğimden, çok uzun zamandır ‘bir şey’ anlatan kitaplar okuyorum sadece. Araştırmaları, analizleri, nasıl yapılır’ları, biyografileri, bilmediğim ülkelerin ve kültürlerin gerçeklerini, insan psikoljisine bir alttan bir üstten bakıp bakış açısını zekice kullananları. Aradığın tüm gizem ve kıvrımlar hayatın ta kendisinin içinde gayet güzel saklanıp filiz verirken, bir kurmacanın içinde tatmin aramak bana artık fazla dolaylı geliyor.
Çok mu pragmatik olmuşum? Hikayenin başka bir güzel yanı yok mu? Bilmiyorum. Gerçek olmayan, gerçek hayattan gelmeyen, tamamen hayal ürünü bir içeriğe mantığım uzun zamandır geçit vermemekte haklı çıktı dün işte. Muhtemelen uzun bir süre daha kapıları sıkı sıkı tutmaya devam edecek, haklı da. Belki zamanımız daraldı, bilgiye ulaşımımız kolaylaştı vb. Ama tüm bunları ‘suçlamak’ bana komik geliyor. Eskinin sanatından doğal olarak uzaklaşan insana sitem edip ‘ayıp be, koltuklar bomboş, kitaplar okuyucusuz kaldı’ diye gözlük arkasından sövmek yerine, tıpkı pazarlamadaki gibi tüketici nereye gidiyor ona bakmak gerekmiyor mu?
Uzun bir süreyi tiyatrocu olmak isteyerek geçirmiş ve dolayısıyla hatrı sayılır sayıda tiyatro oyunu izlemiş biri olarak, son gittiğim 5-6 tiyatro oyunundan da tam bu hislerle çıkmıştım örneğin. Sonra 39 Basamak’a gittim. Gözümü sahneden ayırmadan, oyunculuğun zanaatkarlığıyla ve kusursuzluğuyla büyülenerek, hızı takip etmek için beynimi zorlayarak, görsel, zihinsel, duyusal olarak kendimi bir kazanın içinde kavrulur bularak geçirdim 2 saati. Büyülenmiş, doymuş, tatmin olmuş, hakikaten ruhumu sulamış olarak ayrıldım çok uzun zamandır bir tiyatrodan. Öyle kusursuzluğa adanmış bir performanstı ki, gerçekten düşünülmemiş, yavan kalmış tek bir yanı yoktu. Demek ki olabiliyor. Mecra bağımsız, tüketiciyi anlayabilince ve en iyiyi hedefleyince, her alanda her şekilde hala mucizeler yaratılabiliyor.
Belki romanlar da böyledir, belki bana kötü bir tanesi denk geldi. Fakat gerçek olan bir şey varsa, sanat da dahil olmak üzere insana hitap eden ürün üreten her kolun tüketicinin, hadi daha naif diyelim, ‘insan’ın NEREYE gittiğini, o anda kalbinin nerede attığını, zekasının hangi kıvrımından ittirilmeye ihtiyacı olduğunu çok iyi bilmesi, araştırması ve uygulaması gerekiyor. Bu işin strateji ve merak, sosyoloji ve psikoloji kısmı. Entellektüel trend avcılığı en çok insan odaklı işlerde ve sanatta devam etmeli.
Ben anladım ki reklamda, yazılarda ve her şeyde olduğu gibi kitaplarda da çok gerçek, çok bam bam vuran, çok net ve bizden, çok zekice, dürüst ve basit olana yakınım sadece. Kendimi zorlasam da neden içinde olduğumu anlamadığım, kelimelerini kafama hesapsızca saçıp duran bir ‘hikaye’nin içine giremiyorum. O romantizm; dakikaları sadece hikaye okumuş olmak için hikayeye kanalize etme ruhu benden gitmiş. Siz ne düşüjnüyorsunuz? Ayrıca, güzel bir roman öneriniz var mı?
İyi pazarlar!