İçeriğe geç
Anasayfa » Çocuk da Yapamam, Kariyer de!

Çocuk da Yapamam, Kariyer de!

Okuma Süresi: 12 dakika

Elif Şafak’ın Siyah Süt kitabının çıktığı günleri hatırlıyorum. Sene 2007. Ben 21 yaşındayım. Kitabın konusunun yazdığı bir haberi okuyorum: Elif Şafak kitapta, doğum sonrası depresyonundan, bebeğinden nasıl nefret ettiğinden bahsediyor. O anda yüreğimde oluşan derin dehşet ve kınama hissini bugün gibi hatırlıyorum. İçimden hemen şu yaftayı yapıştırıyorum:

‘Ya entellektüellik diye ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz, ayıp be!’

Bunu söyleyen ben, çocukluğundan beri en sevdiği şey okuyup yazmak olan biriyim. Öyle ki bir gün, o zamanki-ve daimi en yakın arkadaşım Hande (Birsay) bana ‘sen büyüyünce çok entel biri olacaksın’ dediğinde çok alınıp ona birkaç gün küsüyorum. Çünkü entel dantellerin çirkin ve bakımsız kızlar olduğunu düşünüyorum. Sonra barışıyoruz. İkimiz de hem entel, hem dantel, hem başarılı kızlar oluyoruz. Hande @hihieved’i yazıyor, ben reklamcı oluyorum.

Hande ile Saint Michel bahçesinde (1997) ve benim düğünümde (2016).

Hande ile Saint Michel bahçesinde (1997) ve benim düğünümde (2016).

Ama nedense Elif Şafak’ın bu kitabının ilanına bakarken, Koç Üniversitesi 2. sınıfta Psikoloji okuyan aklıbaşında ve aydın bir genç kadın olmam beklenirken bu yorumu yapıştırıveriyorum içinden. Çünkü çocuk konusunda görüşüm çok net, bir sürü çocuğum olsun istiyorum. Sürekli 20 çocuğun ortalarda olduğu bir ailede büyüdüm ve Karadenizli halalarıma hep söylediğim bir şey var:

Ben de sizin gibi 4-5 çocuk yapacağım.

Tek çocuğum ve çok çocuklu evlere çok özeniyorum. Çünkü oyun bittiğinde onlar 4er 4er evlerine gidip oynamaya devam ediyorlar ve ben tek başıma kalıyorum. Bu yüzden evcilik oynarken bütün bebekler hep benim çocuğum, ve oyunlarda hep annelikten kan ter içinde kalarak bütün bebeklerime yemekler yedirip altlarını değiştiriyorum. Öyle ki, bebeklerimden oluşturduğum bir sınıf bile var:

No alt text provided for this image

21 yaşında, henüz ilk ciddi ilişkim yeni sonlanmış ve çocuklu bir hayatın yakınında bile değilken, Elif Şafak’la empati yapmam mümkün değil. Onu kınayıp kenara atıyor, kendisinin eserlerini bir daha okumama kararı alıyorum.

Kadınlık ve erkeklik konsepti, toplumsal cinsiyet rolleri gibi konular, o zamanlar üstüne düşündüğüm konular değil. Aslına bakarsanız, hiçbir zaman sıcak gündemimde olmuş konular değil. Fakat kendimle ilgili bildiğim birkaç şey var.

Hayatının bir noktasından sonra, maskülen enerjisi baskınlaşmış bir kadınım.

Bu organik olarak olmadı, bunun neden ve nasıl olduğunu çok iyi biliyorum, iki sebebi var:

1-Annemle babamın trajik boşanmasının olduğu gün, ağlayarak odamda kendime bir söz veriyorum:

Bundan sonra erkek gibi güçlü olmalıyım çünkü artık babasının küçük kızı değilim, artık babam yok ve ben tek başımayım. Kendi ayaklarım üstünde durmalıyım.

Yaşım, 14.

2-Çekingenliğimi yenmeye kesin olarak karar verdiğim gün. Bu konuyla ilgili bir sene boyunca okuyup durduktan sonra artık aksiyon almaya karar veriyorum ve benim için dışa dönük görünmenin yolu, daha erkeksi aksiyonlar almak; güçlü bir el sıkış, yüksek bir ses. Çünkü okuduğum Amerikan kişisel gelişim kitapları da bunu pompalıyor. Eril gücümden daha fazla faydalanmam gerektiğine karar veriyorum. Yaşım, 17.

Ve böylece, çevremden ‘güçlü, erkek gibi, tuttuğunu koparan’ gibi sıfatlar duymaya başlayan bir kadına evriliyorum. İş hayatına girmek benim gibi hem içe dönük hem fazla hassas bir ruh için çok fazla. Çok zor ve yıpratıcı geliyor. Yine kendimi çözmeye çalışıyor, yine sosyal anksiyeteyi, içe dönüklüğü, çekingenliği okuyor, anlamaya kavramaya çalışıyorum. Halen, üstümde eğreti duran ve sadece dışarıya görünen kalıplarla, -mış gibi yaparak kendimi güçlü hale getirmeye çalışıyorum.

Bu arada bir durup babamdan biraz bahsetmekten de fayda var, babam hep oğlu olsun istemiş biri, bunu söylemekten de çekinmez. Ben doğunca, bir oğlandan beklediği ne varsa bana yıkıyor;

‘Sen daha tek başına dışarı çıkmıyor musun? Ben senin yaşındayken Eminönü’ne gider, babamın mallarını alırdım!’

(12 yaşındayım.)

‘Sen bu şirketi yöneteceksin, büyük bir iş kadını olacaksın.’ (Sonradan iflas edecek olan kendi şirketinden bahsediyor. Ben 8-9 yaşlarındayım ve hayalim, evde dükkancılık oynadığım yazar kasayı çok sevdiğim için, büyüyünce kasiyer olmak.)

Çekingenliğimi, sesimin hiç çıkmamasını, arkadaşlarım kadar yırtık olmamamı hep küçümsüyor. Sürekli, ‘olmam gerektiği gibi olmadığım’ mesajını alıyorum.

No alt text provided for this image

Gel zaman git zaman, kariyere ışınlanalım, 2014’e. Kariyerimde 5. sene. Ajansta çalışıyorum, fakat doğru gitmeyen bir şeyler var: Çok mutlu olsam da, yoğun bir telefon trafiği, sürekli pazarlıklar, sert diyaloglar, onlarca erkekle birlikte çalışıp onlara iş yaptırabilme çabası beni çok yoruyor. Ruhumun tükendiğini hissediyorum. Fakat yukarıdan sürekli gazı alıyorum ‘Sen başarabilirsin, çok iyi başarıyorsun, sen yaparsın, sen harikasın!’ Ben de kendimi gazlamaya devam ediyorum.

No alt text provided for this image

Sene 2016. Artık tamamen erkek egemen bir sektördeyim, ve yanımda örnek alabileceğim, bu sektörde yönetici olmuş harika bir kadın var. İşini çok iyi yapıyor, beni de çok başarılı buluyor. Gerçekten başardığımı ve fark yarattığımı hissediyorum. Fakat aynı zamanda ilk kez, cinsiyet rolleri üzerine adam akıllı düşünmeye başlıyorum; çünkü 9 erkek 1 kadın gibi dengelerin olduğu toplantılarda, ‘ne söylediğin, ne yaptığın’dan ziyade kadın olmanın her zaman bir alt okuması olduğunu hissediyorum. Erkek egemen sektörlerde birçok markayla çalıştım. Bu sektörlerde yüksek mevkilerdeki kadınların bu durumla nasıl başa çıktıklarını hatırlamaya çalışıyorum: Kimi tamamen erkekleşmiş durumda. Ki bu benim en çok korktuğum şey, yine sebebi çocukluğuma dayanıyor:

No alt text provided for this image

Babam tekstilci ve sektöründe çok başarılı, firma sahibi veya büyük firmaların yöneticisi kadın arkadaşları var. Arada ofise geliyorlar. Bu kadınların genel tipi şöyle: Siyah tayt ve siyah erkek tişörtüyle gezen, makyaj yapmayan, erkeklerden duymadığım küfürleri rahatlıkla hatta özellikle marifetmiş gibi sürekli eden, sigara içen kadınlar. Onlar güçlü olduklarını düşünüyor ve belki güçlüler de, ama ben küçük çocuk aklımla kendime nasihat ediyorum:

Büyüyünce asla bu kadınlar gibi olmayacağım!

Babamın sektöründen hep delice kaçmamın sebeplerinden birinin bu olduğunu da hep biliyorum.

Bir kadın, erkekleşmeden başarılı olabilir mi?

Bu sorunun cevabına evet diyebildiğim birkaç durum biliyorum. Ancak bu durumlardaki kadınlar, genellikle kadınsı işler yapıyorlar. Örneğin sanatçı, yazar, anaokulu sahibiler. Peki ya büyük holdingleri yöneten, dev sanayi firmalarının sahibi ama kadınsı kadınlar yok mu? Gerçekten buna cevabım, neredeyse hayır. Bu konuyu açınca, aklıma hemen Aras Kargo’nun sahibi Evrim Aras’ın o röportajı geliyor:

No alt text provided for this image

“Şefkat, empati gibi özelliklerimizi reddetmek doğamıza aykırı, hat höt olmak patronluk değildir” diyen Aras, yaşadığı değişimi şöyle anlattı: Şirkette kadınlara karşı pozitif ayrımcılık yapıyor musunuz? Bizim bir ayrımımız yok, ne pozitif ne negatif. Keşke hiç ayrım olmasa, kadınlar kadın gibi çalışsa erkekler de erkek gibi. Bizde kadın yönetici oluyor, ama erkek gibi çalışan kadın haline geliyor. Ben de eskiden böyleydim. Ama şu anda kadın gibi çalışma sürecinin içindeyim.”

Biliyorum ki tam olarak aynı fikirde, aynı yerlerdeyim. Ancak bunlar sadece düşünce. Bir konuyla ilgili ahkam kesmeyi ya da yazı yazmayı düşünmeden önce, onu iliklerime kadar yaşamış olmayı koşul edinirim; işte benim için de bu dönem, Elif Şafak’ın kitabını eleştirdiğim veya babamın tekstilci arkadaşlarını yadırgadığım dönem değil, 2 sene öncesi. Yani, kendi işimi kurduğum ve aynı gün, anne olacağımı öğrendiğim o zaman.

Sizi, 1 mayıs 2018’e götürüyorum.

Çekilin, işimi kuruyorum! Çekilin, anne oluyorum!

No alt text provided for this image

Koç Üniversitesi Kariyer Günleri’nde, Psikoloji öğrencilerine, psikoloji eğitiminin üzerine pazarlama kariyeri yapmayı anlatıyorum. Hamileyim, ama henüz bilmiyorum, öğrenmeme 2 gün var.

Girişimci babamın, büyük beklentilerle büyütülmüş kızı olarak, kendi işimi yapmak hep aklımda var. Girdiğim tüm şirketlerde çok başarılı oluyor, fakat tam terfi aşamasında istifa ediyorum. Çünkü içimde hep kendi işimi yapma aşkı var ve eğer kurumsal merdivende yükselirsem, bu imkanlara alışıp bunu asla cesaret edemeyeceğimden korkuyorum.

Son işimde, bahsettiğim çok sevdiğim direktörümle bu durumu sürekli konuşuyorum, terfimin çok yakın olduğunu da biliyorum. Fakat artık 30 yaşındayım ve eğer kendi işimi yapacaksam şimdi tam zamanı, bunun da çok iyi farkındayım. Çok mutlu ve başarılı olduğum işimden istifamı, tamamen bu ‘potansiyelimi dibine kadar gerçekleştirme’ hırsıyla veriyorum. İstifamı radikal bir şekilde, 6 ay öncesinde veriyorum ve bu sürede, tüm işlerimi yoluna koyuyor, yerime çalışacak kişiyi de buluyorum. Şirketteki bir çok büyüğüm bana sürekli aynı şeyi söylüyor: ‘Gitme, çok başarılısın, tam çok iyi şeyler başarmak üzeresin, gitmemelisin.’ Umrumda bile değil, çünkü onlar sistemin içine çakılıp kalmış kişiler. Benimse dışarda olmam gerekiyor. Çok sevgili direktörüm beni defalarca yemeğe çıkarıyor, çünkü kararımın ayaklarının yere basmadığını hissediyor. ‘Seni çok seviyorum ve dinliyorum ama gitmeliyim.’ diyorum. En sonunda o da, bunun bir kendimi gerçekleştirme meselesi olduğunu ve denemeden göremeyeceğimi kabullenerek, istemeden kararıma razı olmuş gibi yapıyor. 

Tabii sırf ben bu kararı verdiğim için, Murphy hemen beni ziyarete geliyor ve dünyanın en iyi 10 şirketi, 20 şirketi diye sayılan şirketler ardı ardına beni arayıp üst pozisyonlar için iş görüşmelerine çağırıyor. Henüz cesaretimden kaya gibi emin olamadığım için, birkaçına gidiyorum. Gittiklerimin hepsinde son aşamaya geliyor, son aşamada vazgeçiyorum.

Cesaretimi sorgulatıyor bana bu görüşmeler. Fakat senelerce anne-babamın ‘aman işini bırakma’ dediği bir ortamda sevgili eşim devreye giriyor ve tek sermayemizin onun maaşı olduğu hayatımızda hayran olunacak bir cesaret sergileyerek ‘Ben sana inanıyorum, kendi işini yapmalısın. Bir şekilde üstesinden geliriz, istifa et.’ diyor. 

2017’nin son günü, kurumsal işimden herkese sarılarak çıkıyorum. Artık yalnız ve tek başımayım. Kendime söz verdiğim üzere, ilk 3 ayı iş modelimi hazırlamaya, kararlarımı netleştirmeye ayırıyorum. Nisan itibariyle piyasaya çıkmaya hazırım. Her şeyi lanse ediyorum, eski bir reklamcı olarak iş yapmayı bildiğim tek şekil olan ‘delicesine gece gündüz çalışmak’ prensibiyle ajandamı tıka basa dolduruyorum. Üstünen 15 gün geçiyor, hamilelik testi yapıyorum. Test sonucunu beklerken, bilgisayarda, konuşmacı olarak davet edildiğim büyük organizasyon için form dolduruyorum. Form bitiyor, ‘ne yapıyordum ben ya, bir şey yapıyordum…’ diye düşünüyorum. ‘Ha, test!’ diyip banyoya gidiyorum ve iki çizgiyi görüyorum: Hamileyim.

No alt text provided for this image

Bu acayip bir mutluluk, tabii aynı zamanda ayvayı yediğime de birkaç saniye içinde ayıyorum. Ancak bir iki gün içinde, hamileliğinde de işe aynı hızda devam eden kadınların bütün hikayelerini dinliyor – okuyor ve kendimi motive ediyorum. Kendime şunu dayatıyorum:

Ben de o, 9. ayda suyu gelene kadar çalışan kadınlardan olabilirim!

Sabah 5’lerde kalkıp günde 5 toplantıya gittiğim hayatıma devam ediyorum, fakat çok geçmeden, 2 hafta içinde, bir workshopın ortasında delice kanamam başlıyor. Korkudan titriyorum, kocamı arayıp ‘galiba bebeği kaybettik’ diyorum. Soluğu doktorda alıyoruz.

Dünyanın en modern ve ‘hamilelik hastalık değildir, normal hayatına devam et’i en çok savunan doktoru olan doktorum yüzüme dehşetle bakıp ‘Sen ne yaptın?’ diyor. ‘Yavaşlamalısın…’ Bunun üzerine, ‘Çalışan Kadın Gözde’nin daha önce hiç deneyimlemediği bir şey yaparak, yavaşlıyorum.

Yavaşlamak benim için başarısızlık demek, ölmek demek. Yavaş yazan, yavaş konuşan, yavaş anlayan, yavaş hareket eden insanlardan her zaman fenalık geçirmişimdir. Fakat şimdi, mecburen yavaşlamam gerekiyor. Henüz sene 2020 olmamış ve ben Ceyhun Güvendi’nin önerisiyle önerisiyle Milan Kundera’nın Yavaşlık’ını okumamışım veya bir geceyarısı Amazon’dan Carl Honore’nin In Praise Of Slowness‘ını bulup yalayıp yutmamış, bu Ted konuşmasını henüz izlememişim.

Yavaşlamakla birlikte, tabii işler ve nakit akışı da yavaşlıyor.

Hamileliğin stresi, kendi işini yapmanın belirsizliğinin stresiyle birleşiyor. 

Artık riskli olan gebeliğimde yapmam gereken son şey stres olmakken, sürekli en üst stres seviyesinde yaşıyorum. Para kazanamıyorum, çok az kazanabiliyorum çünkü çok az iş yapabiliyorum. Evde sürekli bir para sohbeti hakim olmaya başlıyor. Paramız yok, almayalım’lar beni gitgide daha da endişelendiriyor. Doğmamış bir bebeğin annesi olarak, ona her şeyi alabilmek istiyorum. Hamileliğin son dönemleri ve doğumun ilk dönemlerinin, normal bir akıl sağlığı dönemi olmadığını artık biliyorum, ama tabii içindeyken farkında değilim: Doğuma 2 gün kala, kar yağarken yürüyerek evden çıkıp birkaç altın bozdurmaya gidiyorum: Aklımca, bu nakit parayı eve koyacağım ki, paramız yok alamayız dediğimiz bir anda ben Can’ın bir ihtiyacı olursa gizlice internetten alıp kapıda ödemeyle ödeyivereyim. O soğukta yürürken hasta oluyorum, doğuma hasta giriyorum.

No alt text provided for this image

Ve işte bütün bunlardan sonra, kutsal doğum oluyor ve ben, 2007’de küstahça eleştirdiğim Elif Şafak’tan kat be kat daha büyük bir postpartum depresyona giriyorum. Korkunç haldeyim. İş hayatında hiçbir şeyi stres yapmamasıyla, en stresli işleri sükunetle halletmesiyle bilinen ve övünen ben, tamamen bir stres küpü oluyorum. Ocak 2019, bebeğim kucağımda, 24 saat ağlayan kolik bir bebek, bu sesin acayip gerginlik yarattığı bir ev, ve bir yandan hala maillerine bakmaya çalışan, elinde telefonla gece 3’te iş yapmaya çalışan bir ben. Kendi işimde tabii ki, üstelik bu kadar para kazanamamanın üstüne, kendime doğum izni verecek gücüm yok.

Her şey üstüme üstüme gelmeye başlıyor.

Sütü öyle verdim hata, çocuğu şöyle tuttum hata, çocuk ağladı benim yüzümden… Bir yandan kendimi, maaşlı işimi bıraktığım için sürekli suçluyorum. Çevreden yediğim baskının 100 katını, kendime yapıyorum ve kendimi seçimlerimden ötürü affedemiyorum.

Sürekli özür dilemeye başlıyorum, herkesten. Elif Şafak’ın o kitabında yazdığı bir bölümü sonradan okuyorum:

‘Başarılı olmaya o kadar koşullanmış ki, ne zaman bir şey aksasa, anında ‘başarısız’ addediyor kendini. Mükemmellik karnesinde kırık bir not almış gibi kızarıyor, utanıyor. Her hatadan sonra yüksek sesle özür diliyor kim bilir kimden. Belki de görünmeyen birilerinden. Neredeyse otomatik. Sabahtan akşama kadar, mahçup ve ezik.’

İlkokuldan beri sürekli takdir almış, ödül almış, öğretmenlerinin, yöneticilerinin habire övüp durduğu biri olarak, bir anda bu kadar başarısızlık bana fazla geliyor. Üzerimdeki yük çok ama çok fazla.

Bir yandan ‘iyi anne ol’ diyen, benim içimde o kadar fazla olmadığını bildiğim dişil gücüm ‘beni sonuna kadar kullan!’ diye bağırıyor. Öbür yandan, işimi iyiden iyiye büyütmem için gerekenleri bana sürekli söyleyen dış seslere ek, içimdeki eril güç ‘beni kökle, beni kökle, satış yap, baskın ol!’ diyor.

İkisi de olmak istemiyorum. Sadece dengede kalmak istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Evet yapabilirim, ama yapmak istiyor muyum?

İşte ilk o zamanlar, bu kadınlık – erkeklik meseleleri üzerine düşünmeye başlıyorum. Ben her zaman doğaya uygun seçimler yapmaya önem veren biriyim. Erkeğin avcı doğasına öykünmem. Kapımı neden sen açıyorsun, benim kolum yok mu? ‘cu olmadım hiç. Ben erkeğin arabanın kapısını açtığı, yemeği ise evde bir kadın varken kadının yaptığı düzenden memnunum. Her şeyi eşitlemek bana hep çok anti-seksi geliyor. Benim çivileri çaktığım, erkeğimin sürekli bebeğimizi pışpışladığı bir dünyada, o erkekle ancak kanka olasım geliyor.

Dolayısıyla kadınlık rollerimin yüzde bilmem kaçını erkeğe yıkayım, eşitlik de eşitlik diyenlerden değilim. Aynı şekilde, erkeklik rollerinin bir kısmını da kendime devralmaya gönüllü olmadığımı, bu kendi işimi yapma macerasında anlıyorum. Yapmak gerektiğini fark ettiğim ama yapamadığım – çünkü içimin kaldırmadığı – birçok şey var. Muhasebe işlerinden, pazarlıklardan, ‘işi bağlama’ konuşmalarından, hardcore satış yapmaktan hiç hoşlanmıyorum. Buradaki önemli detay şu: Yapamıyorum demiyorum. Hiçbir kadın, yapamıyorum dememli zaten. Ne zaman dese şu, çocuğunu kurtarmak için elleriyle tonlarca ağırlıktaki arabayı kaldıran o anneyi hatırlamalı. Kadınlar çok güçlüdür, bazı zamanlarda erkeklerden de daha çok. Ve istedikleri her şeyi yapabilirler. Ama soru yapabilmek değil, soru, yapmak istemek:

Yapma gücüm olan her şeyi yapmak zorunda mıyım?Yapabileceğim her şeyi yapmak istiyor muyum?

Bir yeni-dönem miti: Potansiyelini gerçekleştir ya da öl!

Bu düşünce yapısına geçtikten sonra, beni başarılı olduğum işlerde hep ‘yine de bundan daha fazlasını yapıyor olmalıydım’ diye düşündüren, beni sonunda istifa ettirip kendi işimi kurmaya iten bu düşüncelerimin nereden geldiğini düşünmeye başlıyorum. Ve bulmak zor olmuyor: 1980’lerde başlayan kişisel gelişim akımının şu meşhur ‘Yapabilirsin! Yapmalısın! Onca potansiyeli heba mı edeceksin?’ bakış açısına, benim de kandığımı fark ediyorum:

No alt text provided for this image

Oysa, buradaki alışverişi çok iyi anlamak gerekiyor:

Potansiyelini kullanmak, ama ne pahasına?

İnsan kendi için böyle demez ama başkalarından çok duyduğum için rahatlıkla söyleyeceğim: Sesim çok güzeldir. Colorature sopranoyum ve Sertab Erener’in hocasıyla uzun süre çalıştım, konservatuara gitme niyetim vardı. Gitmedim, sanatçı olmanın yanlış bir yaşam olduğuna ailesi tarafından ikna edilen sıradan gençlerden biri oldum. Peki bu potansiyelin heba olması gerçekten hayatımın hatası mı oldu? Pek sanmıyorum. Sonradan müzik hobim hep devam etti ve birkaç yıl önce yeniden bir müzik atölyesine başlayıp da kendimi ünlü müzisyenlerin ortasında bulunca, neden müzisyen olmadığımı çok iyi anladım: Kesinlikle ortamla çok uyumsuzdum. Meslekler aynı zamanda bir kültür seçimidir. Hayattaki kararlarımız da öyle.

Bu yüzden, potansiyelini kullanma seçimini yaparken, daha büyük bir resme bakarak karar vermek gerekiyor. Yani illa çok iyi yemek yapıyorsunuz diye her şeyi bırakıp tava tencereye sarılmadan önce, işin bütününü değerlendirmek gerekiyor. Belki de bu yeteneğinizin kendi evinizin mutfağına kapalı kalması, sizin için daha hayırlıdır. Tıpkı benim şarkı söyleme aşkımı Woody Allen’ın o filmindeki adamla aynı şekilde, duşa kapattığım gibi. 

No alt text provided for this image

Kişisel gelişim kitaplarının bize pompaladığı ‘her şeyi yapabilirsin, her şeyi olabilirsin!’ akımı, işin en karanlık kısmını daima bizden gizledi. Secret durmadan ‘hayal et, olsun!’ dedi. Ama olunca, hayatımızda şu anda var olan neyin eksilmesi ya da yok olması gerekeceğinden hiç haber vermedi.

No alt text provided for this image

Kadınlık- erkeklik meselesinin de, tamamen bu dengeden ibaret olduğunu, ben geç bir yaşta ve deneyerek öğrendim:

Evet, kendi işini yapabilirsin. Evet çocuk yapabilirsin.

Evet hepsini bir arada yapabilirsin.

Pazarlık yapabilirsin. Paranı kendin yönetebilirsin.

Paranı kendin kazanıp, çatır çatır kendin harcayabilirsin.

Erkeklere kafa tutabilir, 100 erkeğe karşı bir kadın bir davayı kazanabilirsin.

Ama istediğin hayat bu mu?

Benim için cevap koca bir hayır oldu. 

Ben, eril gücümü köklediğim, dişil gücümü çantama sakladığım bir hayatı istemiyorum.

Sonra, aynı benim gibi düşünen bir kadının yazısına denk geldim. Harika söylüyordu: 

No alt text provided for this image

Sonra aklıma yeniden Evrim Aras’ın söyledikleri geldi:

”Evde iki erkek gibi olduk. E öyle de evlilik olmuyor. İki erkek aynı evde yaşayamadık! Sonra tabii bu süreçte bana dank etti. Ondan sonra okuyarak öğrenerek bir değişim sürecine girdim. Fark ettim ki hiç öğretilmemiş bize bazı şeyler. Otorite ne dediyse öyle yapmışız, sonuçta da Şoför Nebahat tipli kadınlar olarak çalışma hayatında kendimizi bulmuşuz. Ama bu aslında bizi de yıpratmış, yormuş, üzmüş. Evlilik deneyiminin de kişisel anlamda gelişmeme faydası oldu, o da iş hayatımla paralel gitti.”

Annelik beni kendi kadınlığımla, ve her konuda olduğu gibi, kendimiz üzerinden evrensel bir tartışmayla tanıştırdı. Nil Karaibrahimgil’i hep çok severim ve birçok kız çocuğu gibi ben de büyüyünce Nil gibi olmak istemiştim: Şarkılar söyleyeyim, yazılar yazayım, kendimi gerçekleştireyim! Ama bu konuda Nil’e hiç katılmadığıma karar verdim.

Çocuk da yaparım, kariyer de? mi.

Hayır, yeter artık, neden kendimizi kadınlar olarak sürekli ‘olabileceğimiz her şeyi aynı anda olmak’ için parçalıyoruz?

Ben çocuk da kariyer de yapmak istemiyorum.

Dengeli bir kariyer istiyorum. Varımı yoğumu sömüren bir işin sürekli yakamdan çekiştirdiği bir kariyeri değil, gerçekten kendi uzmanlığımı konuşturduğum profesyonel bir kariyeri yeğliyorum.

Çocuk yaptım, lohusalık depresyonum çoktan geçti, belki yine yaparım. Annelik harika, ama hayır ‘çocuk da yaparım’ deyip oraya bir tik atamıyorum. Anneliğim de hep eksik. Sinirleniyorum da, bazen başaramıyorum da, bazen sabır gösteremiyorum da. Çoğu zaman içime sokup öpüp koklayıp aşık olsam da, bir o kadar tökezleyip düşüyorum.

Görüyorum ki en büyük hayalim dengede olmak, dengedeki ben olmak.

Kariyer yapan Gözde! olup erkeklere taş çıkaran bir başarı yaratmayı ummuyorum.

Çok başarılı olabilir, bir CEO olabilirim ama bunu tam da kadınsı gücümle yapmak, bunu yaparken ‘Çocuğuma hiç vakit ayıramadım ama gördünüz mü ne kariyer yaptım!’ demek istemiyorum. Dengede durmayı, bir tarafa abanmaya yeğliyorum.

Öte yandan, mükemmel anne Gözde! olup çocuğuma karşı daha sabırlı, daha dingin, daima daha toleranslı olabilmek için tüm boş vakitlerimi kendimi dinlendirmeye adamak istemiyorum.

Olmak istediğim yer, üreten, enerjisini dengeli dağıtan, başarısı da sevgisi de bol bir anne olmak. Her ikisinden de gerektiği kadarı bir potada eritip, tek bir hayata sığacak kadarını bu potada buluşturmak. Hem çocuk hem kariyer yapacağım diye elimdeki market poşetlerini koluma asıp, 21.50’de cep telefonundan sürekli mail yazmak değil. Kahvaltı hazırlamaya 1 saat ayırıp en kalp şekilli krepleri yapmak da değil. O ortadaki yer.

İkisi birden, değil.

İkisinden de, gerektiği kadar.

Benim bir kadın olarak, hak iddia etmek istediğim kısım, ‘Hey erkekler, sizin yaptığınız her şeyi ben de aynı sizin gibi yapabilirim!’ değil.

Ben kırılganlıklarımla, sizden daha fazla duyduğum sakinlik ve sükunet ihtiyacıyla, kendimde daha az bulduğum sert güçle mutluyum. Bu kadınsı özelliklerimle ezilmediğim bir dünya bence ideal dünyadır. İdeali benim erkeksi yönlerimi ön plana çıkarıp dünyanın gözüne gözüne sokmam değil.

Bir anda bugüne kadar başarı sayılan başarılarımı düşünüyorum:

Hepsi tek bir sebeple olmuş: Bir şeyi gerektiği gibi değil, kendim gibi yaptığım için. Bundan sonrası için de, bir erkeğin ciddiyetine bürünerek yapmam gereken şeyleri ‘yapamamamı’ sevgiyle kucaklamayı seçiyorum. Çünkü biliyorum ki bunlar benim bir kadın olarak daha fazla kendim olmamı sağlıyor. Bu da aslında şaşırtıcı bir şekilde özümden yayılacak daha fazla başarıyı tetikliyor. Yani aslında sonuç değişmiyor, sadece sonuca illa ‘erkeklerin gittiği yoldan’ gitmek gerekmiyor. 

No alt text provided for this image

İçe dönüklükle ilgili bir araştırma yaparken bulduğum bir veri, sanılanın aksine dışa dönüklerin daha iyi liderler olmadığını söylüyürodu. Aksine, içe dönük CEO’lar en az dışa dönükler kadar başarılılar, fakat YÖNTEMLERİ FAKRLI. Örneğin, dışa dönükler ekipleriyle grup toplantıları yapmayı seçerken, içe dönükler yöneticilerle birebir görüşmeyi tercih ediyor. Ama bu sonuçları kötü yönde etkilemiyor. İşte benim için kadın olarak başarılı olmak da aynı hesap; sonuç aynı başarı olsun ama, ben erkeklerin yoluna öykündüğüm bir ‘her şeyi yaparım’ yolundan değil, dengenin merkezde olduğu kendi yolumdan gideyim.

——

‘Çocuk da, kariyer de’ yapamam.

Ama çocuk VE kariyer yaparım. Yaptım, yapıyorum.

Büyük bir mutlulukla yapıyorum.

Bu ikisini ahenk içinde buluşturduğumda daha profesyonel, daha güçlü, daha başarılı oluyorum. Daha kadınsı, daha mutlu, daha anaç oluyorum.

İzninizle ben, doğuştan gelen multi-tasking becerisini kendi boğazına bıçak gibi dayayan o kadınlardan biri olmayı artık reddediyor ve dengede kalmayı seçiyorum. Ve birçoğumuz için de başarı yolunun ‘daha fazlasını yapmak’ değil, ‘daha fazla kendimiz olmak’ olduğunu biliyorum.