Bir konuya her iki tarafın gözünden bakabilmek gitgide hayatta en büyük fetişim olmaya başladı. 8 sene ajans masasında oturduktan sonra bir anda müşteri masasına geçip ajansla çalışmak böyleydi. Ajansın dertlerine müşteri gözünden, müşterinin dertlerine ajans gözünden bakınca insan empatinin dibine vuruyor. Bence hayattaki hangi tartışmada iki tarafı da derinlemesine dinleseniz kimseyi diğerinden daha haklı – haksız bulamazsınız.
Şimdi, EmpatiV02’yi, işveren markası ve çalışan deneyimi üzerine çalışırken yaşıyorum. Çalışanların delicesine şikayet ettiği, yaka silktiği, hatta onun yüzünden istifa noktasına geldiği yöneticilerin sıkça söylediği bir şey var:
‘Ben böyle bir dertleri olduğunu bilmiyordum ki! Söyleseler tabii ki çözüm arardım.’
Çalışanla yönetici arasında sıklıkla yaşanan bir ‘Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.’ durumu söz konusu. Çalışanlar, yöneticilerden, özellikle yöneticilerin hiyerarşik olarak müthiş allanıp pullandığı ve yüceltildiği mesafeli organizasyonlarda, insanüstü bir güç bekliyorlar. Bu hiyerarşi algısının ve ‘nasılsa yönetici çözer’ düşüncesinin ne kadar tehlikeli ve hayati boyutta olabileceğinden şu yazımda bahsetmiştim.
Yöneticilerin yüceltilerek markalaştırılması, çalışanların onları hatasız, müneccim ya da süper güçlere sahip olarak algılamalarına neden oluyor.
Oysa bu büyük title’lara sahip yöneticilerimiz de büyük bir ‘sorunlar bana söylenmiyor’ derdinden muzdarip. Çalışanlar dertleri kendi aralarında konuşup büyüttükçe, yöneticinin asla bundan haberi olmadıkça olmadık dertler büyüyüp patlama noktasına geliyor.
Don Miguel Ruiz’in, kült kitabı Dört Anlaşma’da saydığı dört ilkeden biri şudur:
Hiçbir şeyi kişisel alma.
Çünkü herkes, KENDİSİ İÇİN bir şey yapar, SANA KARŞI değil.
İşte bu yönetici – çalışan durumunda da tam olarak bu yaşanıyor.
Yönetici üzerindeki genellikle hep taşıyabileceğinden ağır olan yükü taşımaya çalışırken çalışanın hassasiyetlerini, eksikliklerini, mutsuzluklarını gözlemleyecek zaman bulamadığı için KAÇIRIYOR, çalışan da bunu BENİ KAALE ALMIYOR olarak algılıyor. Oysa herkes sadece kendi işini yapmaya, kısıtlı zaman ve enerjiyle kendi zor yolunda yürümeye çalışıyor. Yani maalesef yöneticiler, çalışanlara aşırı-pazarlandığı kadar gerçeküstü ve mükemmel değiller.
Bu durumda karlı çıkan, bir sebeple korkmadan yöneticiyle direkt konuşabilen, derdini ve çözüm arayışını açıkça ifade edebilen çalışanlar oluyor. Ağlayan, ses çıkaran, kavgacı değil ama kaliteli ve amaca – kolektif iyiliğe yönelik bir yaygara koparan çalışan kazanan oluyor.
Çok tartışılan konulardan biri, yöneticinin bu açık sözlülüğü yüreklendirmede ne kadar payı olduğu. Çalışanın açıkça konuşabileceği, dertleri çözülmek üzere masaya yatırabileceği bir ortam yaratmak, bizzat yöneticinin görevi, değil mi?
Burada da karmaşık bir algı var.
Çoğu yönetici, bu ortamı yarattığını, hatta yaratmak için özellikle çaba sarf ettiğini söylüyor.
Çoğu çalışan ise, yöneticisinin sırf söylemiş olmak için ‘Arkadaşlar sorununuz olursa bana söyleyin’ dediğini, ama ağzı bunu söylerken hissettirdiğinin ‘hele bir şikayetinizi duyayım, kariyerinizi yakarım!’ olduğunu düşünüyor. Yine korku kültürünün ağır bastığı acı bir durum.
Bir kez daha, insan olarak birbirimizi kelimelerin ötesinde anlama yetimizin ne kadar yüksek olduğunu küçümsediğimiz bir alan.
Kısa vadeli savaş stratejilerinden, uzun vadeli barış stratejilerine dönmemiz gerekiyor. Günlük işin en hızlı hallolmasından ziyade, uzun yolda kimsenin yanmadan ve kaçıp gitmeden sağlam bir yolculuk oluşturmaya bakmak gerekiyor.
Hiyerarşik kültürler bize, çalışanın daha pasif, yöneticinin daha aktif olması gerektiğini aşıladı. Ortamı, durumları yönetmesi, çözüm bulması gerekenin yönetici olması gerektiğini düşündürdü.
Ko-aktif Liderlik
Yeni nesil liderlik ise, koçlukta çok sevdiğim ‘ko-aktif’ terimini plazaya taşıyor. Ko-aktif, iki tarafın da aktif ve şimdi, burada olduğu bir yöntem. Çalışanın da kendi verimliliği ve mutluluğu için kendini yöneticisi kadar sorumlu hissettiği bir durum. Bugünden yarına olmuyor, ama şirket kültürleri artık bu ko-aktif trende doğru evriliyor. Çok duyduğumuz ‘İşle ilgili sıkıntım yok da, insanla uğraşmak zor.’ meselesini tersine çevirecek, ‘kıdemler ve jenerasyonlararası birlikte’ çözümlerle uzun vadeli, sürdürülebilir mutluluk ve karlılık sağlayacak stratejilere doğru yol alıyoruz.
Ağlayan bebekler ve ağlamaya duyarsız kalmayan annelerin dönemi başlıyor. Aslında diğer her şey gibi, rütbeden bağımsız çalışan mutluluğu meselesi de demokratize oluyor. Şirketler ve çalışanlar olarak buna hazırlanmaya başlamamız için harika bir zaman. Harvard Business Review’ın makalesinde yer verdiği bir cümlede bunu çok güzel özetlemişti:
“Liderlik bir rol olmaktan çıkıp bir süreç haline dönüşecek ve bu süreç ekosistem içinde dağılacaktır.”
Çalışanlar için ‘pasif şikayetçiler’, yöneticiler için ‘iş uğruna asıp kesmeciler’ pozisyonları hızla kapanırken, kendi yeni kimlik tanımlarımızı yaratmak için hazır mıyız?
Verdiginiz bilgiler için teşekkürler , güzel yazı olmuş